24 Ocak 2014 Cuma

Varolmanın dayanılmaz hafifliği


(Mevcude'nin Çekilmez Hoppalığı)

Galiz Kahraman 'ın kapağında yazan söz.Anar yine gülümsetti.Kitabın künyesininden okuduğumuz üzere kapağı da yine hoca' nın kendi çizmiş.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Galiz Kahraman

İhsan Oktay Anar'ın yeni kitabı 17.01.2014 de çıkıyor.Beklemek zor olacak,aşağıda tadımlık bir bölüm var meraklılarına....:)


Otomobile binip epey bir gittikten sonra İstiklal Caddesi’ne çıktılar. Nihayet ekstra ekstra lüks bir apartmanın önünde durdular. Yağmur sürüyor ve arada bir gök gürlüyordu. Efendimize şemsiyesiyle refakat eden şoför, kapıyı açıp apartmana girdi. Hidrolik asansörle beşinci kata çıktılar. Şoför düğmeyi çevirip elektrik ampulünü yakınca, tepesinde ağaç oyma koskoca bir arslan kafası olan bir kapı göründü. O kadar muhteşemdi ki, üstüne üstlük bir de geyik derisiyle kaplanmasına aslında hiç de gerek yoktu. Şoför kapıyı açtı ve içeri ayak bastılar. Parıl parıl yanan bir kristal avizenin aydınlattığı salona girdiklerinde İdris Âmil Hazretleri, melek motifli kağıtla kaplı duvarlarda, eski zaman insanlarının, altın yaldızlı çerçeveler içerisindeki yağlıboya tablolarını gördü. Salonun ortasındaki abanoz sehpanın ve her dört duvardaki On altıncı Lui, Bidermayer, rejans tarzındaki konsolların üstünde, gümüş vazolar, biblolar ve şamdanlar ışıl ışıl parlıyordu. Şoför, Efendimize eliyle ‘Gel’ işareti yaptı ve zaten açık olan kapıdan yatak odasına girdiler. Gösterişli bir yatakta yaşlı bir karı koca horul horul uyumaktaydı. İşte bu yatağın hemen yanı başında, mobilyada Gotik uyanışın bir eseri olan koltukta, elinde konyak kadehi ile huysuz biri yan gelip yatmıştı. Diğer üç kişi ise, yatak odasındaki şömineyi yakmaya çalışıyorlar, ancak alevi, ciğerlerinin bütün gücüyle ne kadar üfleseler de, odunlar pek kuru olmadığından mıdır, bu işi başaramıyorlardı.  Koltuktaki şahıs onları, “Beceriksizler sizi!” diye azarladığında, yatağında karısıyla yatan adam uyanır gibi olmuştu ama yine aynı şahıs, konyağından bir yudum daha aldıktan sonra, “Pış! Pış! Pış! Pışşş!” diye onu uyuttu. Kadehini yine doldurup şişeyi beceriksizlere uzattı. Beş yıldızlı konyaktan biraz dökülünce odunlar tutuşturulabilmişti. Artık duvara gömülü çelik kasa açılabilirdi. Bu iş için üç değil, aslında bir kişi bile yeterdi. Hatta aşağıda otomobilin arka koltuğunda uyuyan çocuk bile kasayı pekala açabilirdi. Ama diğer iki kişi, koltukta konyağını yudumlayan şahsın, hususi hizmetkarlarıydı. Bu şahıs, adının verilmesi pek münasip olmayacak o sokakta yaşayan hırsız kolonisinin reisi, hatta ve hatta meşru bir seçimle başlarına gelmiş muhtarlarıydı. Kadehinden bir yudum daha aldıktan sonra Efendimize şöyle bir baktı ve adeta onun ruhunu beynini okudu. Nedendir bilinmez, fakat galiba inisiyasyon niyetiyle yerinden Vaftizci Yahya gibi doğrulup İdris Âmil Hazretlerinin ayağına, adeta piyanonun sağ pedalıymış gibi basıverdi! Efendimizin kulağı acıdan, Sanctum İohannes’in inisiyaliyle çınlamaya başlamış, duvar saatinin sarkacı ise, sanki puandorg ile zaten duruvermişti! Öyle ki, kulağındaki ses, sanki Fingal’de çınlayan bitmeyecek bir senfoniydi. Adam var gücüyle basmayı sürdürüyor ve İdris Âmil hazretlerinin kulağındaki çınlama da kesilmek bilmiyordu. İşte belki de, bu mühim Hırsızbaşı’na bir corona koymak icap ederdi. Ama kral tâcı yahut aziz halesi yerine, başında mütevazı bir fötür şapka, üzerinde ise, sol dirseği yırtılmış bir boz takım elbise vardı. Upuzun ve ağarmış kaşlarına, kırış kırış esmer suratına bakılırsa altmışını çoktan geride bırakmıştı. Ama gözlerindeki pırıltı, ihtirastan değil, şöminedeki ateşin yansımasından ileri geliyor olsa gerekti. İki numara büyük olduğu ve maharetli bir İtalyan kundura üstadı tarafından yapıldığı nazarı dikkate alındığında, çalıntı olduğu aşikar ayakkabılarında da vardı o parıltı.

 Unvanı ise hem lakabı ve hem de ismi olageldiğinden, ona ‘Muhtar’ diye hitap etmemek ayıp kaçardı. Şehirdeki hırsızlık camiasının yegane reisi olması yanı sıra, aynı zamanda bilinen en iyi çilingirdi! Onun nam salması, devlet bankalarından birinde çalışan kasa dairesi memurunun, içinde yirmi ton altın bulunan, iki metre çapında ve doksan santim kalınlığındaki zaman ayarlı kasayı, dört saate değil, yanlışlıkla dört seneye ayarlamasıyla başlamıştı. Vali ve emniyet müdürü bu kasayı sadece Muhtar’ın açabileceğini bildiklerinden, makam otomobilleriyle kapısına varmışlar, kendisi de, o sıralar epey meşgul olduğunu, ama bir ara bankayı ziyaret edip hayır olsun diye pekala kasayı açabileceğini beyan etmişti. Çalışanlarla birlikte müdür, ertesi sabah gidip bankadan girdiğinde hayretler içinde kalmıştı. Evet! Kasa açıktı, ama kasanın iki metre çapındaki o beş tonluk kapağı yürütülmüştü! İşin tuhafı, içindeki yirmi ton altına el sürülmemişti. Polisler ipucu olarak sadece, yerde bir firkete bulabilmişlerdi. İşte bu hadiseden sonra Muhtar, resmî makamlar nezdinde hatırı geçen biri oluvermişti. Fakat onun saygınlığını arttıran asıl vasfı, bir nazariyeci olmasıydı: Hırsızlık camiasının reisi Muhtar’a göre, insanoğlunun imal ettiği şeylerin ancak yüzde yirmisi onun ihtiyaçlarının yüzde seksenini karşılarken, imal edilen şeylerin yüzde sekseni de ihtiyaçların kalan yüzde yirmisini karşılıyordu. Muhtar bu fikri de mesleği icabı, Pilpireto Pireto nâm bir alimden yürütmüştü. Buna göre imalatçıların yüzde yirmisinin ürünü olan ekmek, kumaş, tuğla, orak, çekiç, traktör, şimendifer gibi mallar ihtiyaçların yüzde sekseni iken, pasta, smokin, köşk, Rols Roys ve altmış metrelik hususi yat gibi şeyler de, insanoğlunun toplam ihtiyaçlarının sadece yüzde yirmisiydi. İşte hırsız camiası da zaten bu yüzde yirminin peşindeydi. Aslında yaptıkları işe hırsızlık demek iftira olurdu. Çünkü onlar, tarih öncesi atalarımızın yaptığı gibi toplayıcılıkla geçiniyorlardı. Atalarımız nasıl ki tabiattan sebze meyve topluyorlarsa, hırsızlar da şehirden altın gümüş toplayan gözü gönlü tok insanlardı. Bunun yanında Muhtar, bir de mülkiyet nazariyesi ortaya atmıştı. Buna göre bir mağara adamı kırda bayırda dolaşırken elma ağacı gördü mü, cüssesine göre bir, yahut bilemedin iki elma koparması icap ederdi. Çünkü elmayı gördüğü ya da kopardığı esnada değil, ancak yiyip mideye indirdiği anda bu meyve onun malı olurdu. Amma namussuzluk edip de, fazladan bir elma kopararak onu muhtemel bir değiş tokuşta koz olsun diye koynuna sıkıştırdı mı, işte asıl hırsızlık bu olurdu. Janjank’ın verdiği misalde olduğu gibi, sadece elma hususunda değil, adam kırda bir araziyi çitle çevirdikten sonra, “Nah burası benim!” diye feryat ediyorsa, hırsızın âlâsıydı. Malikü’l Mülk’e ait bu araziyi hele bir de satarsa, hırsızlık malı satmış olmaz mıydı?